Ana Sayfa
Özgeçmiş

Elâzığ Sivrice Depremi

Allah selâmet versin.

Aşağıdaki yazı Elâzığ Depremi’nden birkaç saat önce bitmişti. Son gözden geçirmelerimden sonra sayfamda yayımlamak üzere bilgisayarın başına oturduğumda deprem haberi düştü ekranıma.

‘Boş ver şimdi yazıyı’ dedim kendime. ‘Canı çıksın kanalının!’

Kim bilir kaç kez daha duyacaktım o beynimin içinden hâlâ atamadığım ‘kimse var mı’ sorusunu. Altmış yedide çocuktum, çok anlamamıştım köyümün etrafındaki tepelerin titreyerek gürlemesini. Doksan dokuzda yanımızdaki beş katlı binanın çökerken çıkardığı ses kulaklarımdan hiç gitmiyor. Sonra Adapazarı’nın içinden ana yola çıkış ararken yanından geçtiğim çökmüş binaların önünde elleri ile betonu kazıyan, içerdeki yavrusuna ulaşmaya çalışanlara yardım edemeyişimin yarası benimle birlikte gelecek.

Boş verin kanalı! Onun parası ile bu ülkeyi yeniden imar edersiniz!

‘Şehide rahmet dilemeye gerek yok’ derler ya, verenin hazinesi sonsuz, ben de bu ve daha önceki tüm depremlerde şehit olanlara ve diğer tüm şehitlerimize sonsuz rahmet diliyorum.

Hissikablelvuku

İlk duyduğumda ‘harika da seçime malzeme yapılacak bir şey değil ki bu proje, fabrika mı yapıyorsun’ diye hayıflandığımı hatırlıyorum. Ki, bu partinin hükümetlerinin böyle bir hizmet anlayışına kıymet vermediklerini, hizmeti başka biçimleriyle anladıklarını zaten öğrenmiştik.

Fatih’ten sonra denizi unuttuğu anlaşılan Osmanlı’nın çok sonraları kurduğu üç büyük hayâlinden birisi bu proje:

(1) Süveyş’ten Akdeniz’e,

(2) Karadeniz’den Hazar’a ve

(3) Marmara’dan Karadeniz’e.

‘Kanal projeleri’ olarak tarihçilerin aktardığından duyduğum denizle ilgili büyük projeler. Hayâl edilmiş olması bile gurur verici. İmparatorluğun genel ekonomik yapısının zorlaması ile yeni tarım alanları demek olan yeni yerlere ulaşma sevdasının biraz yön değiştirmişi de olsa büyük devlet olmanın getirdiği sorumluluğun gereği gibi düşünülebilecek projeler bunlar. Hele Marmara’dan Karadeniz’e İstanbul Boğazı dışında bir yerden ulaşmak; gerçekten çılgınlık, ama bir ihtiyaç da. İstanbul Boğazı’nın hesaba katılması gereken akıntıları, dönüşleri ve daha nice zorluklarının hiçbirinin olmayacağı sakin sular üzerinden küçük bir yelkenli gibi akıp gidecek koca koca gemiler hayalim Kanada Büyük Göller’den kalma. Otuz bin tümyüklük (DWT) bir gemi ile seyrederken seyir yolunuzun altına dalarak kavşak yapan otoyoldan türlü kara vasıtalarını geçerken görmek insana başka bir keyif veriyor. Hele koca koca kamyonların binlercesinin taşıyabildiği yükü siz bir seferde taşıdığınızı biliyorsanız keyfe biraz da kibir katıyor sanki.

Şöyle Kartepe’den aşağıya, Sapanca’ya baktığınızda göldeki gemilerin seyir yolunda ilerleyişini bir hayâl edin, bana hak vereceksiniz.

Evet, Osmanlı’nın güzergâh değiştirmiş hayali ‘çılgın proje’ adıyla konuşuluyordu da yılını ilk an çıkaramadığım bir seçim mottosu olmaktan ileri gitmemişti. ‘Yok canım’ dedim, ilk duyduğumda, ‘çok masraflı böyle bir yolu neden tercih etsinler ki, önünde sonunda benim dediğime geleceklerdir. Aklın yolu bir.’

‘Benim dediğime’ diye yazdığıma bakmayın, ‘Osmanlı’nın dediğine gelecekler’ demek istiyorum.

Sonra unutuldu gitti proje. Sonra birdenbire çıktı ortaya. İki bin on dokuzun son aylarında ortalık karıştı.

On iki eylülden sonraki ilk demokrasi deneyimlerimizin başlangıcındaki televizyon programlarında söylenen ‘yaparım – yaptırmam’, ‘satarım – sattırmam’ diyaloglarını anımsadım. Kıs kıs güldüm içimden ‘yapacak’ dedim. ‘Zaten birçok şeyi çılgın bu iktidarın, bir çılgınlık daha yapsın, dünyaya havamızı atarız’. Bir yandan da İstanbul seçiminin rövanşı gibi algılıyordum. ‘Sen belediyeyi aldın ama ülkeyi ben yönetirim, senin karşı çıktığın her şeyi de yaparım’ havası vardı tartışmalarda.

İşin aslı, ben de Osmanlı gibi İzmit – Sapanca – Sakarya – Karasu diye hayâl kurarken ‘iyi de Osmanlı’nın Montrö diye bir anlaşması yoktu, ama bizim var’ diye kaygılandığım zamanlar olmadı değil. ‘Canım Montrö yalnız İstanbul Boğazı’nı değil Çanakkale’yi de içine alıyor’ diyerek bu kaygıyı karafamdan atmaya çalışıyordum, ‘yaptırırlar – yaptırmazlar’ havasındaydım, Montrö’ye halel geleceğini çok da düşünmüyordum. Zaten kimse böyle bir şey de söylemiyordu. Montrö Boğazlar Sözleşmesi her iki boğaz ile birlikte Marmara’yı da içine alan başlı başına ve kendine münhasır bir sözleşmeydi. ‘O halde yapalım be!’ Çok da kolay! Kazma kürekle elli kişinin bir yılda yapacağı bir kanal düşünün. İzmit Körfezi’nden Sapanca Gölü’ne, oradan Sakarya’ya, ver elini Karasu. Açma açmaktan kolay değilse ne olayım.

İyi de iktidar ‘kanal İstanbul’ adında çok ısrarlı. ‘Yok, çok ısrar etmezler canım’ diye düşündüm epeyce süre ‘nasılsa Sapanca’ya gelirler’. Sonra yeniden piyasaya sürüldüğü hızla ‘kanal İstanbul için çed raporu bile hazırlanıyor’ dedi birileri.

Çed raporunu ilk duyduğumda ‘hah tamam, şimdi çuvalladılar, gelirler artık Osmanlı’nın çılgın projesine.’ ‘Ne demek efendim, kocaman bilim insanları aylarca çalışacaklar, çed raporunu hazırlayacaklar da …, kim bilir kaç ay sürer.’ ‘Buldu hükümet yine bu projeden yırtmanın yolunu. Demek ki yakında seçim var. Böyle çılgın şeyler söylediğine göre!’ ‘Çed raporu olumsuz çıktı, yapılamıyor der’ bir de dert yanar, tekrar rafa kaldırır projeyi. Seçim mitinglerinde ‘böyle güzel bir projeyi yapmamızı önlüyor’ diyerek faturayı da muhalefete keser.’

Derken, birisi çıktı, şovmenin ‘kesilmişi var’, ‘yapılmışı var’ esprisindeki gibi ‘yazılmışı var’ dedi, çed raporunu attı önümüze. Birçoğumuzun bunu beklemediğini biliyorum. ‘Vay canına, bu ne hız be, keşke her işi böyle yapsalar ya’ dedim demesine de içime bir kurt düştü. ‘Bunun içinde başka bir şey var. Galiba bu ‘Arap’ müşteriler dedikodusu doğru. Yani bundan da rant çıkardınız ya helâl olsun size’ dedim içimden. Doğrusu, böyle şeyleri seslendirmek çok işime gelmiyordu. Yok, herhangi bir korkumdan değil, ‘neme lâzım, adamlar koskoca iktidar, takacak bir şey bulurlar da canım yanar’ falan diye düşünmedim. Neyime takacaklardı ki benim.

‘Azcık ranttan bir şey olmaz canım’ demeden Sayın Bakan’ın mı, akrabalarının mı ne çoktan oraları kapattığı dedikodusu yayıldı. ‘Bal tutan parmağını yalar, adamlar koca bir eser bırakacaklar insanlığa, görmeyelim de bu kadarcık yollarını bulsunlar, dimi ya!’ ‘Nedir ki yani, önce toprağı kapatmışlar tarla kıymetine, yok pahasına, sonra da koymuşlar projeyi ortaya, pahalanmış toprak, yok bunda bir şey. Ben de keşke bu kadar uyanık olsam da yapabilsem’ diye geçti içimden. ‘Tüyü bitmemiş yetim’ falan gibi deyişler de düştü zihnime, ama çabucak sildim beynimden. ‘Yahu yetimle falan ne ilgisi var şimdi koskoca projenin.’

‘Demek ki on yıl önce ocağa koydular, yeni kaynamaya başladı kazan’, ‘hazırmış bunların çed raporu falan, bin beş yüz bilmem kaç sayfa, helâl olsun valla’, ‘haydi hayırlısı da bu parayı nereden bulacaklar bu yoklukta şimdi’ benzeri yüzlerce söz duydum.

‘Raporu okudum’ diyen de ‘valla şöyle bir göz gezdirdim’ diyen de olumlu olumsuz aynı havada idi: “Bu rapor önceden hazırlanmış.”

Bilmiyorum, bir çed raporunun böyle kolayca okunabileceğinden çok emin değilim. çed raporunun biçimsel yapısını da bilmem. Ama söyleyenler de öyle yabana atılacak unvânlara sahip değiller. Herkes gibi geçmişe, büyük eserlerin yapılmadan önceki tartışmalara kaydı belleğim, benzeri değilse de başlangıç olarak aynı kıvamda idiler. ‘Efendim, böyle büyük bir projenin finansmanı hazır mıymış bakalım’ diyenden ‘şu işe bak, daha birkaç ay önce nerede ise ittifaktan çıkacaktık, şimdi Amerika’nın dediğini yapıyoruz’ diyene kadar birçok eleştiri duyduk.

Her ne kadar bu hükümetin ‘çarık üstüne İngiliz kumaşı pantolon çeken garip ırgat’ misâli olmayacak projelere olmayacak masraflar yaptığını biliyorsak da bu proje çok büyük, daha çok büyük bir finansmana ihtiyaç duyuyordu. Bir vatandaşın benzetmesi ile ‘damı akan gecekonduya yüz ellilik led televizyon taktırmak’ gibi projelere imza atan bu iktidar, güzergâh değiştirilmiş de olsa benim hayalimi gerçekleştirecek gibi duruyordu.

İçime ilk kurt ‘bu yedi yüz milyar dolarlık büyük bir projenin parçası’ sözcüklerini duyunca düştü. Genel hatlarıyla çiziliyordu yedi yüz milyarlık proje:

Kanalla birlikte türlü şekillerde istihdam da sağlanacak, ülkenin ekonomik düzeni yeniden rayına girecek.

Yani emperyalizm yine balığı önümüze koymuştu:

Ne üretim ne de üretimin yolu; varsa yoksa hazır para.

‘Keserim ha’ diye de efelenecek bir müddet sonra, bir alığın ağzından da ‘ekonomini mahvederim senin’ dedi mi, kuzu gibi peşinden sürüklenecek bir ülke olacaksın.

Hâlâ asıl projenin çevresinde dolanıyor, bir türlü içeriğini göremiyordum. Yok, bu yedi yüz milyar dolarlık havucu hazmedemiyordum da tahlilinde ekonomik bağımlılık tezinden ileri de gidemiyordum. Yani, sizin anlayacağınız ‘finansman yok’ diyenlerin önünü kesmek isteyenler kendilerini açık etmelerine rağmen görmek için çed raporunun bölüm altısının sayfa yüz elli beşindeki paragrafı okumam gerekiyordu.

Yani ‘para var, hem de iki kanal için de para var, yeter ki siz olur deyin’ diyordu adamlar.

Hem ‘boğaza seçenek yeni bir kanalın hiçbir getirisi olmaz, buna can ve çevre güvenliği gerekçe hiç olamaz, açılacak kanalda seyir güvenliği mevcut boğazın yanında sıfır hükmündedir’ diyenlerin, hem de onlara inat ‘illâ da yapacağım’ diyenlerin gözden kaçırdıkları bir şeyler vardı.

Vazgeçtim ben hayâlimden. Daha yüz yıl geçmedi, birilerinin hayâli ülkeye mal oluyordu. Benim hayâlimin lâfı bile edilmez. Aman!

Bu yazı bu telâşla yazıldı. Birileri yine bir şeyler karıştırıyor, ama bu sefer planları daha büyük, daha kurnazca:

Onlarca yıldır hamsi kavgası dışında kavga görmemiş Karadeniz başka kavgalara sahne yapılmak isteniyor.

(Yazının buradan aşağısı güce tapanlara hitap etmiyor.)

Hem de kim tarafından biliyor musunuz? Bugün sureti haktan görünenler tarafından. Kim mi onlar? Bunu bir soru ile cevaplayayım, ‘meşhur iyi polis, kötü polis örneğini duymayan var mı?’

Son yıllarda ülkemizin boğuştuğu sorunlara bakarak iyisini de kötüsünü de ayıracak zekâya sahibiz şükür. Zaman zaman yer değiştirseler de iyiyi ve kötüyü oynayanlar çağın iki sömürgeci gücü, Rusya Federasyonu ve Amerika Birleşik Devletleri. Arada bir kafasını çıkararak kendini gösteren Çin Halk Cumhuriyeti yakında kalıcı olarak girer sahaya.

Kaygımı özetlemeden önce Sayın Murat Bardakçı’nın Habertürk gazetesindeki 21.12.2014 – 0915 zaman imli yazısından alınan şu paragrafa dikkatinizi çekmek istiyorum:

Türkiye, Goeben ve Breslau isimli bu gemileri 1914 Ağustos’unda Çanakkale’den geçmelerinin ardından satın aldığını, isimlerini Yavuz ve Midilli olarak değiştirdiğini açıklamış; her iki gemiye de Türk bayrağı çekilip mürettebata Türk bahriye üniformaları giydirilmiş ve daha sonra Karadeniz’e açılan gemiler 29 Ekim’de bazı Rus limanlarını bombalamışlardı. Rusya bunun üzerine bize savaş ilân etmiş ve böylelikle Almanya’nın safında dünya savaşına dahil olmuştuk.

Ben de okuduğumda ‘hükümetin haberi olmadan Almanlar gizlice Karadeniz’e geçti’ bilgisinin de tevatür olduğunu aynı yazıdan anlamıştım.

Kaygımı özetlemeden önce bazı küçük şeyler daha yazmama izin verin lütfen:

‘Bu coğrafya insanlığın bize emanetidir.’

İnanıyorum. On iki bin yıllık kalıntılardan önce de Anadolu’nun insanlık için duygusal anlamını kimse ıskalamazdı! Ne demişti keferenin biri? ‘Türkiye Türklere bırakılmayacak kadar değerlidir.’ ‘Eh, yüreğin yetiyorsa gel al’ diyorum da bazen kendimi ‘lâyığımızı versin, hiçbir şeyin kıymetini bilmiyoruz’ diye birilerine kızarken buluyorum.

‘Ne ilgisi var kanal İstanbul’la diyorsunuz, bağlayayım, ama iki soru daha sorup kısaca cevapladıktan sonra:

(s1)     Göben ve Breslau Karadeniz’e geçerken Rusya’nın bundan haberi yok muydu?

(c1)     Kesinlikle haberi vardı.

(s2)     Japonların Pörl Harbır’ı bombalayacaklarından Amerika Birleşik Devletleri’nin haberi var mıydı?

(c2)     Kesinlikle haberi vardı.

Artık ucuzlamış numara bunlar, ‘önce tahrik et, saldırt, sonra ez’! ‘Kitle imha silahları var’ iftirasına ya da biraz daha cüretli olanı ‘demokrasi getireceğiz’ biçimine falan girdiğini düşünüyordum da zaman zaman eski yöntemler de piyasaya sürülüyor demek ki.

Aşağıda içimi kavuran kaygımı açıkça yazdım.

Bunu ülkenin en yüksek konumdaki yöneticisi Yüksek Makam’a doğrudan gönderme imkânım olsa ne iyi olurdu! Ama mümkün değil! Çünkü çağımızın muktedirleri ‘Ömer’i örnek aldık’ deyip kibir abidesi olmayı marifet sayıyorlar.

Olsun Yüce Makam biliyor ya!

Hak şerleri hayr eyler – Zan etme ki ğayr eyler – Ârif ânı seyr eyler – Mevlâ görelim neyler – Neylerse güzel eyler.

Suret-î Hak’tan gösterilen ‘Kanal İstanbul’ ve sonrası ‘Kanal Çanakkale’ projeleri, otuzların sonlarında, bugünler ve gelecek birkaç on yıl için planlanmış Yavuz ve Midilli taktiğidir. Montrö’nün ihlâli sonrası çıkarılacak kargaşanın bahaneleridir.

Karadeniz’in barış denizi olması büyük güçlerin üçünün de işine gelmiyor.

Ne Rusya Büyük Petro’nun hayâlini gerçekleştirebildi ne de Birleşik Devletler dünyanın enerji koridoruna hâkim olabiliyor. Doğrusu, iki güç bilek güreşini Karadeniz’i karıştırdıktan sonra yapacaklar. Ama biliyoruz ki bu hâlini sürdürürse Birleşik Devletler orta vadede gücünü yitirecek ve Rusya süper güç olarak bölgeye hâkimiyetini ilân edecek. Süper güç olmuş bir Rusya için ise Karadeniz’in barış içinde olmasının çok önemi kalmayacak. Bugünün Çin’inden anladığımız, O da süper güç olarak dengeyi sağlayacak ama Çin için biz zaten hiç önemli olmadık. Onların kafalarında biz Türkler ‘isyankâr akrabalarız’ ve ‘cezamızı görmeliyiz’. Üstüne bir de ‘Türkistan’ın bütünlüğü’ diye bir meselemiz var.

Güçlü Türkiye hem ağabeyliğe hem hâmîliğe çok çabuk geçiyor, bunu gördüler, biliyorlar artık, çünkü nekahet süresini bitirmeden soyunduk göreve, acele ettik. Nekahet süresini bitiremedik, çünkü kafamızı yastıktan kaldırmamıza izin vermediler. Hep hasta muamelesi yaptılar, ilaç diye uyuşturucu verdiler. Bir türlü gerçeği göremedik. Görenleri de adam yerine koymadık.

Son İmparator’un zekice bulduğu, anlaşılıyor ki geçici bir yol olarak gördüğü süper güçler arasında denge politikasını gerçek çözüm gibi algıladık. Mustafa Kemâl’i de unutunca gelip yüz yıl önceki oyunun içine düştük.

Bu millet için şehit olmak bir hediye, ulaşabileceğimiz en yüksek makam, biliyorum. Değil iki yüz elli bir, iki yüz elli bir bin de olsa umursamayız, biliyorsunuz. Ama amaç sancağı hep gönderde tutmak ise bu kez çok daha dikkatli olmalı, ince eleyip sık dokumalıyız.

Yüksek Makam’a sonsuz saygıyla arz ederim.

Pruvanız netâ olsun.

Yakup Korkmaz

Tuzla İstanbul

202001240457

yakupkorkmaz.com © denizci