Ana Sayfa
Özgeçmiş

(Bu Yazının Başlığı Yok)

Allah selâmet versin.

Şehidimize rahmet, ailesine sabır diliyorum. Yüreğinde üzüntü hisseden herkese de sabır diliyorum.

Özet

Giriş

Başından sonuna amacı ve ulaşım yolunu gösteren, sorunlara çözüm öneren bir yazı olsun istedim. Bitiminde ortaya az lâf kalabalığı, biraz anı, çokça yakınma, daha çok dertleşme karışımı bir metin çıktı.

Yazıyı Neden Yazdım?

Böylesi felâketler insana sorumluluklarını bir kez daha ve ezerek hatırlatıyor. Ağır sorumluluk birkaç kişinin sırtında değil. Ancak sırtında sorumluluk taşıyanlar, yani deniz endüstrisinin her sınıfından tüm denizciler ya bunun farkında değil ya da umursamıyorlar. Oysa bunların yaşanmaması için bir sistem gerekli. Sistem var, birçok nedenle uygulamıyoruz. Hiç olmazsa neden uygulayamadığımızı tartışmak, böyle bir tartışmaya kapı açmak istedim. Amaç bu.

Tartışmanın İlk Adımı Ne Olmalı?

Deniz endüstrisinin onlarca sözleşme ile düzene sokulmuş uluslararası ilişkiler ağı olduğunu bilmeyen denizci yoktur. Doğrudan taşımacılığı ilgilendiren, insan yaşamını etkileyen iki büyük sözleşme var ve biz buna duyarsız kalıyoruz:

STCW ve MLC.

Her ikisinin de bizde ‘bilinmesi’, ‘tanınması’, ‘onaylanması’ ve ‘uygulanması’ koşulları karşılanmamış, aksaklıklar var. Tartışma insan odaklı olacağına göre önce bu sözleşmeler tartışılmalı.

Neden Tartışmıyoruz?

Çok neden var. Örneğin bir kargaşa varmış gibi geliyor, bilmediğimizden korkuyoruz. Ancak en ağırlıklı olanı önyargı. Denizcilerin tümü kendine özel önyargıya sahip. Önyargılarımıza az da olsa ego destek verince amacı unutuyoruz, tartışmak anlamsızlaşıyor.

Kesinlikle aşmamız gereken büyük bir engel önyargı ve ego.

İlk Taşı Ben Atayım

Amaç ülkenin kalkınması. Denizsiz olmayacağını anlamış olmalıyız. Denizci olmak için yapılması gerekenler belli. Gerçekçi olmalıyız. Gerçek bilimle yakalanır. Bilimsel uygulama gerçeğe oturur:

1. STCW cahil gemicileri bilgilendirme sözleşmesi değildir. STCW, gemicileri yalnız bilgi düzeylerine göre sınıflandırır. Ancak sınıflar arasına duvar örmez. Beceri ve başarıyı ödüllendiren bir sistem getirir. Özetle STCW, deniz taşımacılığının bel kemiği insanın bilgi düzeyini, yani sorumluluklarını belirler.

2. MLC bir sermaye – emek çatışmasının ürünü değildir. Tam aksi, MLC, dünya ekonomisine yön veren ve birbirinin tamamlayıcısı olan iki kesimin, gemideki denizci emek ve denizci sermayenin arasındaki fitneyi kaldıran bir düzenin sözleşmesidir. Özetle MLC ‘mutlu ol ki mutlu olayım’ sözünün gemiye uyarlanmışıdır.

Özetin Sonu

Her olayda herkes konuşur. Bu evvelden de böyleydi de iletişim ağları bugünkü kadar geniş ve hızlı olmadığından duymazdık. Diğer yandan herkesin konuşması iyidir. Provokatörler, hadsizler dâhil nefes tüketen her sözcük değerlidir. Düşünen beyinlere katkı yapar.

Eteğindeki taşın dökülmesi de bir katkı değil midir? Bu nedenle hiçbir zaman boş konuşuyor kelimelerini kullanmam.

Ancak, düşünen, geleceği tasarlayacağını iddia eden beyinlerin şu cümleyi sürekli göz önünde tutmaları yararlı olur kanısındayız:

İnsan söylediği ile değil, söylediğini yaptığı ile de değil, söylediğini yaptığının doğurduğu sonuçlara göre değerlendirilmelidir.

Bu cümleyi söylemek marifet değildir. Geçmişte sayısız kez dile getirilen bir düşüncedir. Anlamı aynı olan yüzlerce sürümünü her gün mutlaka duyarız. Kişiyi yaptıklarının doğurduğu sonuçlara göre değerlendirmek başvurulacak doğal yöntemlerden biridir. Ancak marifet söylenen yapıldığında doğacak sonucu yapılacağı söylendiği an görebilmek, sonucu kestirebilmektir. Bu yeteneğin edinilebilmesi için biz denizcilerin (doğal, insanî duygularımızdan değil ama sonradan oluşmuş) tüm önyargılarımızdan sıyrılmamız gerektiğini düşünüyorum.

Gemide Sosyal Yaşam ve Arkadaşa Güven

Denizciliğimizin tarihi yazılırken kimsenin akıl erdiremeyeceği bu felâketin haberinin ulaşmasından bugüne, bu yazının son hâlini alınışına kadar kafamın içinde ‘neden’ sorusu çınlayıp durdu.

Neden bunlar başımıza geliyor?

Biz gemide çalışanlar, gemiciler, sinirleri alınmış duyguları olmayan insanlar değiliz. Yöneticisinden yönetilenine, sıradan insanî vasıflarının üzerine denizciliği de koyup, nasıl söylenir bilemedim, daha farklı bir insan türü oluşturduğumuz söylenebilir. Gemide birkaç sene çalışan her denizci karaya çıktığında bunu hemen fark eder. Fakat doğal insanî duygularımız hâlâ bizimledir. Yani demem o ki öfkelenmek, üzülmek, sevinmek, mutluluk ve benzeri, her insanda olan duygular gemicilerde de vardır. Ancak bizim duygularımızı deniz eğitmiştir. Ama sadece eğitmiştir. Silip atmamıştır elbette. Biraz daha hoşgörülü, bağışlayıcı yapar deniz insanı, o kadar.

Kırk yıl önce Telsiz Zabiti olarak gemiciliğe ilk adımımda rahmetli Tevfik (Dunbay) Kaptanın ilk nasihati denizcinin valizi ne kadar küçükse gönlü de o oranda büyüktür olmuş, arkasından cümlesini açıklamıştı:

Gemici gemide gözünü oyacak kadar düşmanı olanı, tehlikede saçından tutup can filikasına alandır!

Kendisinin de vurguladığı gibi bu cümle ona ait değildi, o da büyüklerinden almıştı, ilk kez de kullanılmıyordu. Daha sonra ben de birçok kez kullandığım cümlenin kaynağının İspanyol denizciler olduğunu duymuştum bir ara.

Başımıza niçin böyle şeyler geliyor sorusuna cevap ararken zihnime dolan anı parçacıkları bunlar.

Profesyonellik

Yıllarca Filipinli denizcilerle çalıştım. Gemi yaşamları bizimkinden çok farklı. Yöneten, yönetilen; hadi söylemde siyaseti bırakayım; Kaptan, Başmühendis, ikincisi üçüncüsü, tüm tayfa, tüm gemiciler aynı salonda oturur, eğlenir, sohbet ederler dinlenme saatlerinde.

Son gemimde Başmühendis Mr. Bening’in akşam yemeğini Kaptan’ın masasında nasıl sabırsızlıkla yediğini hatırlıyorum. Son tabağından sonra Kaptan’a yarım ağız excuse me Sir - yarı ‘izninizle’ yarı ‘affedersiniz’ - dedikten sonra soluğu diğer salonda arkadaşlarının yanında alırdı.

Mr. Bening, siliciliğinden şefliğine, Norveç bayraklı gemilerde çalışmış, diğerlerinden ayrılan farklı iş anlayışı ile hemen göze çarpan bir şefti.

Olabildiğine profesyonellerdi. Ben tek Türk olarak makinada yaklaşık dört ay Filipinli’lerle birlikte çalıştım. Bir kez bile hiyerarşinin aksadığını görmedim. Hatta öyle ki, kontrol odasında fitter ile ilgili altı aylık kişisel değerlendirme sayfasını dolduran Başmühendis ‘şu, şu konuda ustalığını geliştirmeli’ (yani kibarca ‘bunları bilmiyor’) diye yazdığında yüzü asılmıştı fitterin. Fakat o günün akşamı salonda karşılıklı kâğıt oynadıklarında, belli etmedim ama çok şaşırmıştım.

Usta, kaynakçı gibi birkaç sıfatla andığımız fitter, aslında makine ve güvertenin her eksiğini kapatan, olmadığında eksiği hep hissedilen gemicidir.

Çok Kolay Gibi Görünüyor

Burada küçük bir geçmişe dönüş yapmak istiyorum.

Bunları yaşadığım tarihten yaklaşık on yıl önce, tüm gemicilerin Türk olduğu bir gemide Kaptan ve zabitan, oy birliği ile bir karar aldık: Salonları birleştirelim!

‘Kingte oyuncu eksikliği çekmeyiz’ diye lâtife yaparak oldukça gergin geçen tartışma ortamını yumuşatmak isteyen arkadaş amacına ulaşmıştı; gülmüştük. Gerçekten de Kaptan yüksek bir ruh ve amaçla desteklemişti bizlerin bu sıra dışı talebimizi.

Türk denizcilik tarihinde bir devrim yapacaktık. İşte burada Kaptan’ın hayat tecrübesi kendini gösterdi: ‘Efe’ dedi, ‘sondaj senin görevin, bir bak bakalım mürettebat ne diyor?’

Şaşırdım! Bana göre sondaja falan gerek yoktu. ‘Mürettebat da oy birliği ile onaylar bu kararımızı’ diye düşünüyordum.

Maalesef biz o devrimi yapamadık.

‘İyi ki’ diyenler yanılıyor!

Bilgi ve Deneyim Birikimidir STCW (yani Standard)

Ben yine Tevfik Kaptana gideyim. Mezuniyet yılı kırk sekiz diye hatırlıyorum. Bana nasihat tarihi bundan yaklaşık otuz, otuz beş yıl sonra.

Aslında rahmetli Tevfik Kaptan yazılı olmayan, belki de sağda solda eski denizcilerin küçük bilgiler hâlinde sakladığı birçok bilginin sözlü aktarıcısı. (Çevirisi de var. O halde, aynı zamanda yazılı aktarıcı da.)

Tevfik Kaptanın nasihatleri ile denizde fiili Telsiz Zabiti olarak çalışmaya başlamamdan kısa süre önce, yetmiş sekizde IMO denen örgüte üye uluslar bir araya gelmiş, şu gemici işini bir düzene sokalım demişler. Yaptıkları o güne kadar gemicilerin zaten uyguladıklarını kâğıda dökmek, bir sistem, bir düzen oturtmak:

Gemide falanca şunu bilecek, filanca da şunu bilecek, her devlet de bu kişilerin bildiklerini belgeleyecek.

Oturmuş anlaşmış, sözleşmişler ve ‘bu sözleşmede yazılanlar seksen dörtte yürürlüğe girsin’ demişler.

Şimdi hatırlamaya çalışın Filipinli gemicilerin gemilerde çalışmaya başladıkları zamanları.

Filipinlilerin yaptıkları tek şey önlerine konan uluslararası sözleşmeyi harfiyen uygulamak oldu. Norveç’ten biraz yardım aldılar, ama bugünkü becerileri tamamıyla kendilerine aittir, hiç kimse kendine pay çıkaramaz.

Hani, (Türk değil, başka milletlerden) bazı gemicilerin ‘Filipino manki’ diye hakaret ederek adamları denizden soğutacaklarını zannettikleri zamanlar. ‘Filipin maymunu’ diyerek ‘maymun Filipinli’ diyeceğini zannederek hakaret etmeye çalışıyordu akıl fukarası zavallılar.

Biz Türk gemicileri böyle pespaye sözleri kullanmaktan hep imtina ettik. Vieceften duyduğumuzda hafifçe gülümseyip başımızı salladığımızı hatırlıyorum. Onay için değil ‘olmadı şimdi bu’ anlamında sallardık başımızı.

İlerleyen yıllarda kendileri ile çalışmaya başladığım, kader birliği yaptığımda Filipinli birçok arkadaşım oldu. ‘İyi ki biz katılmamışız o sözlere’ demişimdir kendi kendime.

O günlerde ‘yirminci sınıf gemici’ diyenlere inat, Filipinli denizciler bugün dünya denizlerindeki gemileri nasıl doldurdular dersiniz?

Filipino’ların yalnız gemicileri ülkelerine ne kadar kazandırıyorlar bir yılda?

STCW Bize Uğramadı Mı, Yoksa Uğradı da Anlamadık Mı?

O aralar biz canımızla cebelleştiğimizden, denizciler dâhil milletin her bir ferdi terör belâsıyla uğraştığından pek ilgilenememişiz bu uluslararası faaliyetten. Ciklet çiğnerken yürüyemediğimizden olsa gerek, topyekûn, milletçe terörle mücadele ederken birçok şeyi ıskalamışız o yıllarda. Varsa yoksa sağ – sol, varsa yoksa Alevî – Sünnî, varsa yoksa Türk – Kürt.

‘Deniz’ diyen yok muymuş? Varmış elbette, hem de Başbakan düzeyinde ‘ülkenin çıkış yolu denizden geçer’ diyen bir Başbakanımız olmuş.

Birbirimizi boğazlamaktan çok haz aldığımızdan, zaten en iyi onu yapabildiğimiz için başka bir şey düşünmediğimizden, ‘dünyadaki pasta çok büyük, milletçe payımızı artırmamız gerekir’ demeyip birbirimizin elindeki dilime göz diktiğimizden, armatör olsun da nereden olursa olsun demediğimizden birbirimizin gözünü çıkarmak için yerimizde saymışız. ‘Marangozlar armatör oldu be’ hayıflanmaları o zamandan kalmadır. Sanki bunu diyenlerin dedeleri Orta Asya bozkırında yelken basıyordu!

Özetle, denizci başbakanın uğraşını boşa çıkarmak için elimizden geleni yapmışız. Ta ki seksen dokuza kadar bigâne kalmışız STCW denen uluslararası sözleşmeye. On bir yılın açığını öyle hızlı kapattık ki, yetişen Türk denizcileri beş yılda tüm dünyada münhal kadro bırakmadı! Yirmi yıla yaklaşan süredir gördüğüm rüyadır bu. İki bin üçte Üsküdar Cemil Meriç Kültür Merkez’indeki ilk dernek kurucu üyeleri toplantısında sözünü ettiğim ülküdür bu:

Dünya denizlerinde dolaşan her gemiyi Türk denizcilerle doldurmak.

Geçmişi anımsadığımda böyle felâketler neden gelir başımıza sorusunun cevabı kendiliğinden fakat başka bir soru olarak düşüyor aklıma:

Bu ülkümü gerçekleştirmek için ben ne yaptım?

Her ne yaptıysam, bugünden geriye baktığımda hiçbir şey yapmamışım gibi duruyor. Meselâ IMO’nun bir de MLC’si var. Ben deniz işçi sözleşmesi diyorum. Ne yaptım ülkemde bu uluslararası sözleşme için. Yarım ağızla iki cümle; yetti mi?

Her şehit haberi omuzlarımdaki ağır sorumluluğumu hatırlatıyor. Yerine hiçbir zaman getiremediğim yapacaklarım. Bize de geçmişten miras kaldı bu sorumluluk. Ancak yüksek ülküyle hizmet vermesini beklediğimiz genç denizcilerimize aktarılmamalı.

Mevcut denizcilerin sorumluluklarından ilki, hiç olmazsa şimdilik, gemide çalışacak insanların, gemicilerin, gemi yaşamının ağır koşullarına göğüs gerebilecek kişilerden seçilmesini sağlamaktır. Fiili yirmi üç yıl ticâret gemilerinde üç görevde çalışan bir kişi olarak gemi yaşamının her babayiğidin üstesinden gelebileceği bir yaşam olmadığını kolayca söyleyebilirim.

Özeleştiri

Kötü haberin kamuya ulaştığı o günkü kafamla sağlıklı bir analiz yapabilir miydim?

‘Yapılamaz’ dedim, ama şimdi anlıyorum ki bu yazının bitiminde gördüğünüz tarih o gün de olabilir; hattâ daha geçmiş tarihler de olabilir. Kerç’teki yangının tarihi, Şile açıklarında batan gemideki gemicileri kurtarmaya çalışırken dört denizcinin şehit oldukları tarih, belki daha da geriler.

Denizciliğimizin tüm zamanlarını içine alan bir yakınma yazdım sanki. Çünkü her duyduğum felâket aklıma yukarıdakileri düşürüyor. Ve hâlâ kafamın içinde ‘denizci’ kimdir, kime ‘denizci’ denir, ‘gemici’ kimdir, nasıl ve neye karşılık bir denizci, bir gemici yetişir soruları dolaşıp duruyor.

Bugün öfkeyle sorduğumuz gemiye böyle adam gönderilir mi sorusunun muhatabı o adamı gönderen değildir. Zaten bu soruyu soranlar da samimi değildir. Cevabını bildiği soruyu sormasından samimiyetsizliği anlaşılmaktadır.

Bu cümlelerimi bir feryat olarak anlayın lütfen:

Kırk yıl önce denizciliğimiz için söylenenlere bakıldığında, hiçbir şeyin değişmediği anlaşılıyor. Oysa o tarihlerde her bir gemicinin sahip olması gereken yeterlik uluslararası anlaşmalarla belirlenmişti. STCW’nin ölçünlerini temel yapsak sorunu kökünden kazıyacaktık. Bunu yapamamanın acılarını çekiyoruz.

Ne gerekiyorsa biz yapacağız. Biz yapmalıyız. Sen, ‘devlet’ denen mekanizmayı imleyen insan, bunu biz yapacağız.

‘Devlet’ kim?

Dün sendin, bugün benim, yarın çocuklarımız, torunlarımız devlet olacak!

Dünya endüstrinin bilmem kaçıncı versiyonunu konuşurken ben gemimde bir psikopat taşıyor, bir de bu manyağa yetişmiş pırlantalarımı şehit ettiriyorsam yazıklar olsun benim denizciliğime!

Bu yazının gerçekten bir başlığı yok. En uygun başlık ‘katil benim’ olabilirdi, ama cesaret edemedim, böyle bir itiraf için yürek ister. Ayrıca o katil ben miyim, emin de değilim!’ Katili bilmiyorum desem yanlış olur, zımnen biliyorum. Ancak cinayeti önleyemedim, buna eminim.

Beceriksizliğime hangi bahaneyi bulayım?

Yirmi yıla yaklaşan sivil toplumculuğum bir işe yaramamış ve yaramamaya devam ediyorsa, sittin sene aynı yerde kulaç atmışsam, daha da atacaksam ne yapmalıyım?

Biraz daha gayret edilse STCW ulusal yasa olacaktı. 29 Nisan 1989 tarih 3539 sayılı kanun için süreç tamamlanmadığından olamadı. Olmamasının ülkeye neler kaybettirdiğini hiçbir zaman tartışmamış olmamız eksikliğimizdir.

2003 yılında STCW’nin önemi geç de olsa kavranmıştı. Ama bu kez telâş -ki, sonuca bakınca ister istemez bu telâşın iyi niyetinden hep şüphe ediyorsunuz - ülkenin Sayın Cumhurbaşkanı’na ve Sayın Başbakan’ına (o günlerde hukukçulara anlattığımızda ‘yok canım, bir yanlışınız var, olmaz öyle şey’ dedirten, bir yasanın yürürlüğe girdiği tarihten on dört yıl geriye doğru işletilmesi gibi) bir hukuksuzluğa imza attırdı.

Böylece Danıştay’ın ilk kez bir uluslararası sözleşmeyi denetlemesine neden olan ve iki bin üç (2003) yılından bu yana sonuçlandıramadığı iki dava doğdu.

MLC?

Onunla ilgili hiçbir çalışma duymadım. Bir konuya kilitlendiğinde öl ki çözülmez bir ulustan bugünlerde MLC ile ilgili herhangi çalışma beklemek boştur. STCW’de öyle olmamış mıydı?

Pruvanız netâ olsun.

Yakup Korkmaz

201912281054

Tuzla İstanbul

Resimler

IMO STCW'yi Anlatıyor
IMO STCW’yi Anlatıyor

1989/3539
29 Nisan 1989 tarih 3539 Sayılı Kanun’un Duyurusu

2003/6109 - 2003 Yılında Kaş Yapalım Derken Göz Çıkardık
2003 Yılında Kaş Yapalım Derken Göz Çıkardık

Danıştay 10. Daire, Esas 2016/4133 ve 2016/5314 Davaların UYAP Sorgu Çıktısı
Danıştay 10. Daire, Esas 2016/4133 ve 2016/5314 Davaların UYAP Sorgu Çıktısı

IMO'nun MLC ile İlgili Sayfası
IMO'nun MLC ile İlgili Sayfası
«This is great news for the world’s more than 1.2 million seafarers.» ama Türk Gemiciler için Değil!

yakupkorkmaz.com © denizci